Elveda değil Yeniden RUMELİ
Dur.. Hemen Gitme… Durduğun yere bak! Şu anda Rumeli’desin.. Anavatandan koparıldıktan sonra toprağın bereketini yitirdiği diyardasın. Arkasında koca bir tarih olan Evlad-ı Fatihanların topraklarındasın. Şehitlerin ruhu, gazilerin kanı var bu topraklarda. 700 yıllık mücadelenin şerefi, şanı var yazılanlarda. Başını eğ ve şu anda durduğun yere bak! Dedenin yıkılmayan daha hala ayakta duran evine bir bak. Kiçevo- Yunus Emre – Lisichani – Demir Hisar- Bitola -Manastır!ı Oku ve şanlı mücadelemizi tanı!
Selânik,Üsküp, Mostar, Saraybosna, Debre, Bitola, Manastır, Köprülü, Drama, İskeçe, Gümülcine, Dedeağaç… Ufacık çocukken tarih kitaplarını ilk okuduğumuzda öğrendiğimiz ama nerede olduğunu hiç bilmediğimiz ve daha aklımıza gelmeyen nice şehirler. Kimini şarkılarda, türkülerde kimilerini kitaplarda duyduğumuz, 700 yıllık bir tarihin bıraktığı izler, bu tarihe biz Evladı Fatihanların bıraktığı izler… Bazen de hava durumu programlarından duyardık, Balkanları. “Balkanlardan gelen soğuk hava kütlesi” diye. Uzun zamandır aklımızdaydı Balkan Gezisi, “bir gün” demiştik; “Balkanları şöyle Tuna’dan bu tarafa şeklinde gezmek lâzım”. Kısmet Değilmiş.. Böyle bir gezide rotamız ne olmalıydı. Gidiş rotamız, bu seferlik Dedeağaç, Gümülcüne, Selanik, Bitola (Manastır) Demirhisar, Kiçevo ve sonunda Dede ocağı Lisichani Köyüne vardık Rahmetli Dedem Aslan beg Sırp kasabı olarak anılırmış. Köyün yarısı akraba diğer yarısı ana Vatana göçmüşler. Göçenler kadın ve çocuklar. Erkekler Balkan harbinde savaşanlar. Kimi şehit kimi gazi olanlar. Dedeme Şahaddet nasip olmuş. Anne Annem yıllar sonra memlekete gezmeye gittiğinde orada vefat etmiş ve dedemin yanına defnetmişler.
Osmanlı’nın yadigarı Makedonya
Makedonya, daha çok yakın tarihimizdeki çetecilik faaliyetleri ile hatırlanır. Aslında, hangi Balkan ülkesinde çetecilik, komitacılık, entrika.cılık yoktur ki? Makedonya’da Balkanların bir parçası. Osmanlı elini daha çekmeden Sırplar’ın, Bulgarlar’ın, Yunanlılar’ın gözleri buraya çevrilmişti. Nice cinayetler, suikastlar, katliamlar Makedonya’yı, Rumelimizi kana buladı. Bugün gelinen nokta, o tarihi mirasın kanlı tortularını taşıyor.
Bizim, Makedonya’ya ilk ayak basışımız Orhan Gazi döneminde olmuştur. Gazi Süleyman Paşa’nın bu topraklara ilk seferi, Bizans’a yardım içindi. Daha sonra, I. Murad döneminde Türk fetihleri başladı. II. Murad zamanında ise Makedonya kesin olarak Türk yönetimine girdi. Ele geçirilen topraklara Anadolu’dan getirtilen Türk aileler yerleştirildi. Kısa zamanda Türk nüfus çoğunluk haline geldi. Türk kültürü yaygınlaştı ve şehirler Türk eserleriyle donatıldı.
Makedonya’ya ilk girdiğiniz de edindiğiniz izlenim, Türkiye’de her hangi bir kentten edindiğinizden çok farklı değil. Üstelik kulağınızın çok aşina olduğu kentlere ve şahsiyetlere sık sık rastlamanız mümkün. Örneğin; Manastır kenti. Mustafa Kemal Atatürk’ün iki yıl okuduğu harp okulunun bulunduğu şehir. Sadrazamlarıyla ünlü Köprülü şehri burada (Veles). Tikveş, İştip ve Debre de öyle. Emir Kustu Yıl Goran Bregoviç’in müziklerini seslendiren Koçani Orkestrası da bu ülkeden (Koçani şehri). Ve şiirleriyle kulağımızın pasını silen Şair Yahya Kemal’in memleketi Üsküp…
Savaşın ve karmaşanın eksik olmadığı topraklar
Şu Makedonya toprakları, neler gördü neler? Ne devletler, ne imparatorluklar eskitti. Bugün, Makedonya Cumhuriyeti olarak belirlenen topraklar üzerindeki ilk resmi devlet; Payonya Thraco-Illyrian krallığıymış. Devamında; Roma Cumhuriyeti, Roma İmparatorluğu, Doğu Roma İmparatorluğu, Sırp İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu’dur. Osmanlılar Balkanlardan gittikten sonra da Makedonya’da zulüm hiç bitmemiş. Osmanlı’nın gidişini, Bulgar işgali, Sırp Krallığı, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları derken Sosyalist Yugoslavya Kuruluşu, Tito ve Tito’nun ölümünden sonraki sıkıntılar izliyor…
Demokgrafik özellikler
Yüzölçümü 25 bin 713 km2 olan ülkedeki etnik gruplar; Makedon yüzde 67, Arnavut yüzde 23, Türk yüzde 4, Rum yüzde 2, ve diğerleri geliyor. Tüm Balkanlar’da olduğu gibi, burada da 1 saat fark var. Makedonya Cumhuriyetinin nüfusu 2 milyon. En büyük şehri ve aynı zamanda başkenti Üsküp’ün nüfusu ise 600 bin.
Vardar Ovası Vardar Ovası kazanamadım…!!!!!!
Ülkede 50 kadar doğal ve yapay göl, yüksekliği 2 bin metreden fazla 16 adet dağ bulunmaktaymış. Bunlardan bazıları; Şar Dağı 2 bin 747 metre, Baba Dağı 2 bin 601 metre ve Jakupica 2 bin 540 metre. Bir de bizim türkülerimize konu olan “vardar ovası” da bu memlekette. Ovası olur da nehri olmaz mı ? Var elbet. Üstelik tek büyük nehri Vardar Nehri’dir.
Kendinizi Üsküdar’da hissedebilirsiniz
Üsküp’te dolaşırken kendinizi İstanbul ya da Bursa’nın sokaklarında gezer gibi hissedebilirsiniz. Sanki Mısır Çarşısı’nda ya da Üsküdar’da bir caddede dolaşıyor havasına kapılabilirsiniz. Bu arada alışveriş Küçük küçük dükkanlar, ancak üç kişinin yan yana durabileceği genişlikte, daracık sokaklar, her sokağın sonunda camiler ve değişik tarzda yapılar bile gördük. Binalar fazla yüksek olmadığı için, dar da olsa boğulmuyor insan. En fazla iki katlı yapılar vardı. Sokak arasındaki, 1996 yılında tadilat görmüş Köse Kadı Camii ilk durak yerimizdi. Devam ediyoruz. Bir ara Nasır Bey “Üsküp’ün en küçük sokağı” deyip, en fazla 15 metrelik bir sokağı işaret etmişti. Labirent gibi sokaklardan birbirimizi gözetleyerek yürüyoruz. Sulu Han ve Kurşunlu Han’ları ziyaret ettik. Her ikisi de birbirine tıpatıp benziyordu sanki. İki katlı taş yapılardı. Bir tanesinin üst katı müze olarak kullanılıyor. Üsküp Etnografya Müzesi kimliğinde sergilenen müzede, kıyafetlerin ve kap kaçağın haricinde, eski siyah beyaz fotoğraflar da çok ilgi çekiciydi.
Devleti Aliye Osman!ın izleri hala devam ediyor
Sonraki durağımız olan Davut Paşa Hamamı. Bir zamanlar Balkanlar’daki en büyük hamam ünvanını taşıyormuş. 15.yy da yapılmış. Hamam ilk zamanlarda, Davut Paşa’nın haremine hizmet etmiş daha sonra, halka açılmış. Şimdilerde resim-sanat galerisi olarak hizmet veriyormuş ancak bahtsızlık işte; bugün bazı müzeler kapalı. Meşhur Hamam’dan sonra, “Taş Köprü”ye doğru yürüdük.1444 yılında yapımına başlanan köprü, 1456’da Fatih zamanında yapımı bitirilmiş. 13 kemerli köprünün uzunluğu 220 metre. Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan Taş Köprü Üsküp’ün simgelerinden sayılıyor. Bazıları “Fatih Köprüsü” de diyorlarmış. Ama sırf taştan yapıldığı için “Taş Köprü” daha çok kullanılıyor. Bu arada Makedon entellektüeller arasında da tartışma konusu olmuş; birileri onun Bizans mimarisi olduğuna dair tezler ortaya atmışlar. Hani Osmanlı lafı geçmesin de, kim olursa olsun. Vardar nehri üzerindeki bu taş köprü, aynı zamanda Müslümanların yaşadığı doğu tarafıyla batıyı, ya da kuzeyle güneyi birleştiriyor. Yazılanlardan aklımda kalan; “savaş sırasında köprü kapatılmış, Üsküp’ün doğusu batısından tecrit edilmişti” yazıyordu.
Tepedeki haç her yerden görünüyor
Makedonya, Yugoslavya’dan ayrılan cumhuriyetler içerisinde en fakiri. Nüfusun yüzde 25’i yoksulluk sınırının altındaymış. Muhtemelen onların bir çoğu köprünün doğu tarafında kalanlar. Köprünün üzerindeyken, Vardar’ın yeşilinden gözümüzü ayıramıyoruz.
“Ne de olsa bizimkiler yaptırmış” deyip gururlana gururlana “Taş köprü”den diğer modern tarafa geçiyoruz. Tepedeki meşhur “haç” yine karşımıza çıkıyor. Aldığım notlardan aktarayım; haçın maliyeti 2 milyon dolarmış. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP)’nın katkılarıyla yaptırılmış bu haç. Memlekette, Ortodokslar yüzde 65’lik çoğunluktaysalar da, yüzde 33’lük Müslüman bir grup var. Bazı kaynaklarda Müslümanlar için yüzde 45 olarak belirtiliyor.
Karşı yakada, huşu içinde bir sağa bir sola bakınıp duruyoruz. Bir anda çehre değişiyor. Binalar yükseliyor, etraf yeşilleniyor. Şık kafeler, lokantalar, bakımlı binalar. Dekolteler ve minilerle bu yakadaki bayanlar bile daha şıklar. Her yerin adı ingilizce tabii, değişimin bedeli olsa gerek. Aslında kendilerinin 1945’de oluşturdukları çok yeni alfabeleri olan “Makedonca”ları var. Ama, ama işte bizdekiler gibi birazı özenti, birazı da zorunluluk gibi görüyor.
Rahibe Teresa’yı gördük
Köprünün başındaki meydandan sağlı sollu kafelerin arasındaki ağaçlıklı güzel yoldan devam ediyoruz. Yaklaşık 200 metre sonra solumuzda bir heykel. Rahibe Teresa’ya Balkanların çoğu yerinde rastlamak mümkün. Her ne kadar Arnavutlar sahip çıksalar da, Rahibe Teresa 1910 yılında Üsküp’te doğmuş. Önünde heykelin bulunduğu iki katlı yeni modern bina “Rahibe Teresa Müze Evi” olarak düzenlenmiş.
Tarih kokan üç şehir
Ohrid-Resne-Manastır yolu, Makedon coğrafyasının zenginliğini görmenin en iyi yolu. Tarihi anlamda da önemli. Romalılar bu yolu kullanarak Balkanlar’ın içine kadar girebilmişlerdir. Ohrid – Resne arası 40 km. 30 bin nüfuslu Resne’de 5 bin Türk yaşamakta. Batı Avrupa’ya elma ihraçatı yapan bir şehir. Elma üretimi oldukça fazlaymış. Hemen yakınında da Vesba Gölü var. Ohri de tıpkı Manastır gibi Osmanlı kenti özellikleri gösteriyor. Evler, sokaklar, şehirde akan hayat, çeşitli kökenlerden insanlar hep bu Osmanlı’nın mozaiğini hatırlatıyor. Zaten daha sonra geçeceğimiz ülkelerde de insanlar iki şeyi çok iyi anıyorlar:
Devleti Aliye Osman Dönemi ve Tito Dönemi…
Yazık oldu Renseli Niyazi’ye
Resne’de 1873 Resne doğumlu Niyazi Bey’in Konağı bulunuyor. Ahmet Niyazi Bey, Arnavut kökenli bir bektaşidir. 1897’deki Yunan savaşında büyük yararlılıklar gösterir ve bir Yunan birliğini toptan esir alır. Niyazi Bey, 1908 yılında devrimin ilk kıvılcımını ateşleyenlerin başında geliyormuş. Resne’de, 60 adamı ile dağa çıkarak Padişah 2.Abdulhamit’e meydan okuyor ve onu diğerleri izliyor. Sürecin sonunda da 2. Meşrutiyet ilan ediliyor. 17 Nisan 1913 yılında Arnavutluk limanında İstanbul’a gitmek üzereyken koruması tarafından öldürülüyor.
Resne – Manastır arası 75 km. Manastır’a Türklerin ilk gelişi 1382. Yani Manastır aslında uzun yıllar Türklerin elinde kalmış bir şehir. Diğer adı Bitola olarak geçiyor. Bitola’daki ilk ziyaret yerimiz Atatürk’ün müzesi. Gelmeyi istediğim yerlerin başında burası vardı. İki katlı beyaz eski bir bina. Bahçe kapısından girdik ve ilk görmek istediğim mekanın önünde heyecanımıza engel olamadık. Kapıda 3 ayrı dilde (Türkçe, İngilizce ve Makedonca) “Çağdaş Türkiye Cumhuriyetinin yaratıcısı ve ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk 1899 yılında askeri idadiyi bu kışlada bitirdi” diye yazıyordu. Türk bayrakları, Atatürk’ün fotoğrafları, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” gibi yazıları duvarları süslemişti. Sağlı sollu merdivenlerden yukarı çıktık, sol tarafa yönelip, “Mustafa Kemal Anı Odası” yazan Atatürk’ün kendi sınıfının olduğu müzeye girdik. Sınıfın girişindeki yazı:
Manastır’da bu binada Askeri İdadi Eğitimini tamamlayarak 1898 yılında mezun olan, Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün anısına saygıyla.
Bir şükran simgesi olarak hazırlanan bu anı odası Türkiye Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel ve Makedonya Cumhurbaşkanı Sayın Sayın Kiro Gligorov tarafından açılmıştır.
03 Ekim 1998 – MANASTIR
Dünyanın en yeni ülkesi
Makedonya’dan sonra planımız Kosova’ya geçmek. Dünyanın en yeni ülkesi olduğundan oldukça ilgi çekici bizim için. Kosova’ya gideceğimizi duyanlar ise “ne işin var orda savaş var” gibisinden tepkiler veriyorlar. Halbuki Kosova çok güvenli, savaş sadece insanların zihninde kalmış. Eskiden Mark kullanılıyormuş. Avrupa ülkeleri Euro’ya geçince onlar da geçmişler. Kosovalılar genelde Arnavut, ve biraz Türkçe biliyorlar. Makedonya sınırına ulaşıyoruz. Hiçbir sorun çıkmadan geçiliyor. Kosova sınırı ise biraz garip. Yeni bir ülke oldukları ve Vize Pasaport gibi işlemler hakkında pek bilgileri olmadığından Pasaport görevlileri pasaportumuzu uzun uzun inceliyor. Ve daha sonra Kosava topraklarına biraz zaman almış olsa da ayak basmış oluyorsunuz.
Balkanların soğuğunu iliklerimizde hissettik
Kosova oldukça dağlık bir ülke, Etrafa bakınca dağ köyleri görüyorsunuz. Hepsinin camisi var. Yaklaşık dakikalık yolculuktan sonra Priştina’ya vardık. Hava inanılmaz soğuktu.Yanımıza kalın bir şey almadığımız için zor anlar yaşadık. Kosova’nın en meşhur yiyeceği pizza imiş. Daha otantik bir şey bekliyorduk ama bulduğumuzla yetineceğiz artık. En meşhur içeceği de machiato imiş. Bu da şaşırttı bizi tabi. Priştina’dan aldığımız ilk izlenim oldukça modern bir şehir ve hareketli olması.
Bağımsızlığını Şubat 2008’de ilan eden Kosova, ilerde geçeceğimiz diğer Balkan ülkeleri gibi Osmanlı’yı hatırlatan özelliklerine sahip. Biz en çok Şar Dağı’ndan geçtiğimiz yolu sevdik. İstikamet Prizren. Prizren’e giden bu yol boyunca Sırp asıllı Kosova vatandaşlarının yaşadığı köylerden geçiyoruz. KFOR yani Birlesmis Milletler Kosova Baris Gücü askerleri bekliyor bütün Kosova’yı. Burda ki Sırp Köylerini Rus askerleri bekliyor. Prizren’de ise Türk Taburu var. Sanki bizim Karadeniz’den geçiyoruz. O kadar yeşil her taraf.
Sinan Paşa Camii büyülüyor
Prizren’de Sinan Paşa Camii iç süslemeleriyle öne çıkıyor. Zaman yaratıp mutlaka görülmeli. Ordan Türkiye’ye göçetmiş tanıdık isimler var. Ali Şen ve Gani Müjde bunlardan bazıları. Yol üzerinde Türk Köyleri bulunuyor. Her birinin girişinde TİKA (Türk İktisadi Kalkınma Ajansı) tabelası bulunuyor, oraya Türkiye’nin yaptığı yatırımlar anlatılıyor. Mesela Mamuşa Kasabası ve Zümrüt Köylerindeki içme suyu şebekesi Türkiye’nin yardımlarıyla yapılmış.
I. Kosova Savaşı ve Murat Hüdavendigar
Sultan I. Murat önderliğindeki Osmanlı ordusu ile Sırp kumandanı Lazar önderliğindeki bir Balkan ordusu arasında yapılmış bir muharebedir. Osmanlılar’ın Balkanlar’daki ilerlemeleri ve Sofya, Niş, Manastır gibi önemli yerleri ele geçirmeleri Haçlı Seferi’nin düzenlenmesine sebep olmuştu. Vezir Çandarlı Ali Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu, önce Bulgarları etkisiz hale getirdi. Osmanlı Ordusu ilerlerken Kosova’da Haçlılar ile karşılaştı. Haçlı ordusu Sultan Murat Hüdavendigar’ın okçu piyadeleri ile Sırp atlı süvarileri arasında ki muharebede, Sırp öncü süvarilerinin önce oklanarak kendilerinin ya da atlarının vurulması ile başlamış, daha sonra Osmanlı Piyadelerinin kılıçlarını çekerek bozulan Sırpları gün batımına kadar süren bir meydan muharebesinden sonra bölgede tarih sayfalarından silerek yüzyıllar sürecek olan Osmanlı Hakimiyetini yerleştirmiştir. Savaş bazı kaynaklarca iddia edildiği gibi top kullanılarak kazanılmamıştır. Çünkü o tarihlerde Osmanlı Devletinde kurulmuş bir topçu ocağı bulunmuyordu. İki tarafın da büyük kayıp verdiği bu muharebe sonrasında I. Murat “Allah bana bir daha böyle zafer göstermesin” demiştir.
Savaş sonunda bir Sırp soylusu Sultanın elini öpüp müslüman olmak istediğini belirterek I. Murat’a yaklaşmış ve onu ani bir hamleyle hançerleyerek şehit etmiştir. Şehadetinden sonra Hüdavendigar lakabının verildiği sultanın iç organları orada gömülmüş, geriye kalan naaşı Bursa’ya götürülerek orada defnedilmiştir. Bunun da etkisiyle I. Kosova Savaşı tarihte Sırp milliyetçiliğinin ilk yeşerdiği ve bugün Sırpların çok önem verdiği bir muharebedir.
Fatma Korg
Ablamın anısına
11 Kasım 2009